Osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2019 Salı

İşgal Altında Muhteşem Düğün

Nimet Nevzad Hanımefendi
Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı Vahdettin’in beşinci ve son eşi Nimet Nevzad Hanımefendi…

1 Kasım 1921 yılında ülke işgal altındayken kendinden 42 yaş küçük biriyle evlenen Vahdettin, düğün tarihinden tam bir sene sonra 1 Kasım 1922 yılında saltanatın kaldırılmasıyla tahtından indirilmiştir.

Nevzad hanım Zonguldaklı bir bahçıvanın kızıdır. Babasının ölümünden sonra 1913 yılında Sultan Reşat’ın sarayına alınmış, Reşat Han’ın ölümünden sonra Sultan Vahdettin’in sarayına nakledilmiştir. Son Osmanlı padişahı Mehmet Vahdettin'in son evlendiği kadındır. Saray geleneğinde, padişah tahttan indikten sonra harem içerisinde bulunan kadınlar ya evlendirilir ya da tekrar ailelerine gönderilirdi. Vahdettin'in kendi haremi olmadığı için kendisinden bir önceki padişah Mehmet Reşat'ın haremindeki 36 adet hatun içinden 12 adet hatun seçildi. Nevzad hanım, bu kadınlardan bir tanesi idi.

Nimet Nevzad hanımefendi camda


Vahdettin, Nevzad hanımdan önce 1918 yılında 57 yaşındayken Nevvare hanımla evlendiğinde, Nevvare hanım 17 yaşındaydı. 1 Kasım 1921 yılında 61 yaşındayken Nevzad hanımla evlendiğinde, Nevzad hanım 19 yaşındaydı.

Sultan Vahdettinin dödüncü eşi Nevvare Hanımefendi


Vahdettin ile Nevzad hanım evlendiğinde, Vahdettin'in kızlarından olan Ulviye Sultan 29, Sabiha Sultan 27 yaşında idi.

Nevzad Hanım pek güzel olduğundan kısa bir müddet sonra padişahın gözüne çarpmış ve çok geçmeden de zevcesi olmuştur.

İstanbul İşgal Altındayken Yapılan Muhteşem Düğün

Düğün merasimleri başlamadan evvel Padişah, kızın ailesini saraya davet etmişti. Nevzad Hanım’ın babası Şaban Bey yaşamadığı için validesi  Hatice Hanım, biraderi Salih Bey, zaten sarayda bulunan kız kardeşi nesrin Hanım ve birkaç yakın akrabaları Yıldız Sarayı’na teşrif etmişlerdi. Hatice Hanım iltifatlarla, Nevzad Hanım’a yeni tahsis edilmiş olan ve saray parkında bulunan hususi köşkte ağırlanmıştı. O gün yemekler verilmiş ve akşama doğru kına gecesi yapılmıştı. Ertesi gün sabah erkenden, Zat-ı Şahane’nin diğer haremlerinin nedimelerinden birer kişi, yeni hükümdar haremi olacak hanıma şahitlik yapmak üzere çağrılmışlardı. Zira Kadınefendiler, nedimelerin vekâletleri vasıtasıyla yeni ortaklarını kabul ederlerdi.

Nevzad Hanım, uzun beyaz ipekten muhteşem bir gelinlik giymişti, başına pırlanta taşlı bir taç, boynuna da yine pırlantalı bir kolye takmıştı. Bir müddet sonra baş hazinedar usta (kıdemli cariye) ve maiyeti köşke teşrif ettiler. Hazinedarlardan sonra Zat-ı Şahane’nin baş imamı ve onu müteakiben Padişah ve iki harem ağası köşke vasıl olduğunda merasim başladı.

Zat-ı Şahane salona girer girmez bütün hanımlar ayağa kalktılar ve merasim nihayetine kadar kimse oturmadı. Nikâh kıyılmadan evvel ağalar şahit olduklarına dair yemin ettiler; nedimeler de efendilerine vekâleten yeni hanımefendiyi kabul etiklerine dair yemin ettiler. Sonra nikâh kıyıldı. Başhazinedar usta gümüş mahfaza içindeki gümüş mührü yeni hanımefendinin eline koydu.  Bu mührün üzerinde “İsmetlü II. İkbal Nevzad Hanımefendi Hazretleri” yazmaktaydı. Düğünden üç gün sonra Zat-ı Şahane, Nevzad Hanım’a birinci rütbe şefkat nişanını ihsan etmiştir.

Vahdettin’in 1922’de ülkeyi terk etmek zorunda kalması ile İstanbul’da kalan Nevzad Hanım, Vahdettin’in kendisini birçok mektupla yanına çağırması sonrasında Sanremo’ya gitmiştir. Vahdettin böylece ömrünün son iki yılını en sevdiği eşiyle geçirmiştir. Kendisinin Sultan Vahdettin’den çocuğu olmadığı için unvanı İkbal olarak kalmış; 16 Mayıs 1926’da Vahdettin’in vefatı sonrası Türkiye’ye dönmüştür.

Nevzad Hanım, 1928 yılında bir vapur kaptanı olan Ziya Seferoğlu ile evlenmiş ve iki çocuğu olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olunca Nimet Seferoğlu adını almıştır. 1950’de Kahireye gittiği ve 5 defa hacca gititği söylenir. Nimet Nevzad Hanım, 1992’de 90 yaşında İstanbul’da hayata gözlerini yummuştur.

Nevzad Hanımın hatıratından Vahdettin’in ölümü;

“Penceremden bakıyorum: mavi deniz, palmiyeler, bahçeler, birbirinden güzel köşkler, ufukta kotralar… Sanremo’nun bu manzarası cenneti andırıyor. Fakat ben kendim cennette değilim. Bu manzarayı cehennemin bir köşesinden görüyorum. Kendime mahsus bir cehennem. Bulunduğum katın bir odasında bir tabut var. Günlerden beri burada duruyor. Bu tabutta Osmanlı Hanedanının son hükümdarı Sultan Altıncı Mehmed Han yatıyor. Mehmed Vahideddin benim kocam…Talihin hayat yoldaşı diye karşıma çıkardığı insan.

Ölümüne acıyor muyum? Bilmem… Ortada birden bire kırılmış itiyatların boşluğu var. Bu boşluğu etrafımda duyuyorum… Fakat bu ölüye karşı bendeki asıl kuvvetli his, acımaktan ziyade gıpta etmek.

Ne mutlu ona, diyorum, ölüm gibi bir nimete kavuştu. Bazen içimden geliyor: Talihe yardım etsem, bu nimeti kendi elimle arasam…

Ben dindar bir kadınım. Bütün benliğim böyle bir duyguya karşı isyan ediyor. Bu vücut bana emanet bir şey. El kaldırmaya ne hakkım var…

Tüylerim ürpererek düşünüyorum, iki saat sonra gece olacak. Her tarafı karanlık basacak. Faturalar ödenmediği için elektrik, su ve hava gazı yok hepsi kesik. Bütün bir gece karanlık geçecek.  Günden güne etrafa bir kat daha  yayılan ölüm kokusunu daha korkunç bir suretle duyacağım.

Bu musibet yerine baskın yapmış gibi, gece her tarafta koca fareler dolaşıyor. Etrafımdaki hava adeta şekil şekil hayaletlerle dolu. Uyku ile uyanıklık arasında saatler geçiriyorum. Hayâl ile hakikati birbirinden ayırmak için yatağımdan fırlıyorum. “Ben var mıyım, yaşıyor muyum? diye her tarafımı yokluyorum.”

Belki de korkunç bir rüyadır. Belki bir gün uyanacağım.

Oh çok şükür, hepsi rüya imiş, diyeceğim…”

Namazı kılınmak üzere Cami içine sokulan Sultan’ın tabutu

 



Nevzat Vahideddin, Yıldız’dan Sanremo’ya, Sf; 9,  Arma Yay.1., İstanbul, 1999.


12 Şubat 2018 Pazartesi

Yusuf Akçura Hayatı

Yusuf Akçura Kimdir Hayatı
Yusuf Akçura Hayatı

YUSUF AKÇURA;  1876’da Moskova’da doğdu. Kırım Türkeri’nden aristokrat bir ailenin mensubuydu.

2 yaşında babasını kaybetti ve 7 yaşına gelmeden annesiyle İstanbul’a göç ettiler.

1895 yılında Harbiye Mektebi’ne girdi. Okulun 2. sınıfında iken Türkçülük hareketlerine katılmaktan dolayı 45 gün ceza aldı.

Askeri mahkeme tarafından müebbet olarak Fizan’a sürgün edildi ve askerlik­ten uzaklaştırıldı. Fizan’a sürgün edilen diğer 83 kişi ile bera­ber 1899’da Trablusgarp’a ulaştı. Onları Fizan’a gönderecek yol parası bulunamadığından Trablusgarp’ta hapsedildiler.

İttihat ve Terakki Partisi’nin girişimleri sonucu bir süre sonra şehir içinde serbest dolaşma izni aldı ve kendisine bazı resmi görevler veril­di.

Kendisiyle birlikte sürgün edilmiş olan Ahmet Ferit Bey (Tek) ile Fransa’ya kaçtı. Paris’te üç yıl Siyasal Bilgiler Oku­lu’na devam etti. Türkçülük fikirleri hayatının bu döneminde ol­gunlaştı. Akçura, Essai sur l’histoire des institutions du Sultanat ottoman (Osmanlı Saltanatı Kurumları Tarihi Üzerine Deneme) adlı tezini vererek okuldan, üçüncülükle mezun oldu.

1903 yılında, İstanbul’a dönmesi yasak olduğu için amcasının yanına Kazan’a gitti ve dört yıl kaldı. Tarih, coğrafya ve Osmanlı Türk Edebiyatı öğretmenliği yaptı.

Kazan’da iken yazdığı ve onu Türk siyasî hayatında meşhur eden Üç Tarzı Siyaset isimli dizi makalesi 1904 yılında Mısır’da yayımlanan “Türk” adlı gazetede çıktı.

Türkçülük akımının ma­nifestosu olarak kabul edilen bu 32 sayfalık makalesinde Akçu­ra, Osmanlı İmparatorluğu’nun tekrar eski gücüne kavuşabilme­si için devletin resmi olarak benimseyebileceği muhtemel üç ana düşünceyi (Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük) tetkik etti.

Üç Tarz- Siyaset, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde devletin bekası için Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık politikalarının uygulanabilirliğini ele almıştır. Makalenin en önemli noktası; dönemin koşulları itibariyle Türkçülük olarak bir politikanın ilk defa ciddi ve kapsamlı bir şekilde dile getirilmesidir. Bu sebeple modern Türk Devleti’nin ideoloğu olan Ziya Gökalp’e fikir babalığı yaptığı yada ona öncülük ettiği söylenebilir.

Türkçülük fikrini yaymak üzere “Kazan Muhbiri” adlı bir gazete çıkardı. Gaspıralı İsmail Bey, Alimerdan Bey, Abdürreşit Kadı İbrahimof gibi Türkçülerle birlikte 1905’te “Rusya Müslümanları İttifakı” adında bir parti kurdu.

Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve Akçura Rusya’daki işlerini tasfiye edip 1908 Ekim’inde İstan­bul’a gelmiştir.

İstanbul’a geldikten sonra Darülfünun’da ve Mülkiye Mekte­bi’nde tarih dersleri verdi.

Bütün ısrarlara rağmen İttihat ve Te­rakki Partisi’ne girmedi. 25 Aralık 1908’de İstanbul’da, Ahmet Mithat, Emrullah Efendi, Necip Asım, Bursalı Fuat Raif, Feyle­sof Rıza Teyfik ve Ahmet Ferit (Tek) ile birlikte Türk Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı.

Bu derneğin kapatılmasından sonra, 18 Ağustos 1911’de Türk Yurdu Derneği kuruldu. Mehmet Emin (Yurdakul), Ahmet Hikmet, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyinzade Ali Bey, Doktor Akil Muhtar Bey ile birlikte Yusuf Akçura da kuru­cular arasında yer aldı ve derneğin yayın organı olan Türk Yurdu dergisini 17 yıl boyunca idare etti. Ayrıca 1912’de faaliyete baş­layan Türk Ocağı’nın kuruluşunda da aktif rol aldı.

1918 yılında Rus­ya’daki Türk esirleri kurtarmak için Hilâl-i Ahmer Cemiyeti (Kı­zılay) temsilcisi olarak Rusya’ya gitti ve bir yıl kaldı.

1919 yılında yurda döndüğünde arkadaşı Ahmet Ferit (Tek) Bey’in kurduğu siyasî bir parti olan Milli Türk Fırkası’na katıldı. Aynı yılın sonunda İngilizler tarafından tutuklandı. 1920’de ha­pisten çıkınca Ahmet Ferit Bey’in eşi Müfide Ferit’in kız kardeşi Selma Hanım ile evlendi ve Milli Mücadele’ye katılmak üzere Anadolu’ya geçti.

Hariciye Vekâletinde (Dışişleri Bakanlığı) Genel Müdür olarak görev yaptı. 1923 yılında İstanbul mebusu seçilerek meclise girdi. 1925 yılında Ankara Hukuk Mektebi’nde siyasî tarih dersleri vermeye başladı. 1931 yılında Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşunda görevlendirildi ve ertesi yıl kurumun başına getirildi. 1. Türk Tarih Kongresi’ni yönetti. 1933 Üniver­site Reformu’ndan sonra İstanbul Üniversitesi’nde Siyasî Tarih profesörü oldu.

Kars milletvekili iken 11 Mart 1935’te geçirdi­ği kalp krizi sonucunda İstanbul’da vefat etti; Edirnekapı Şehit­liği’ne defnedildi. ( Yazı, Ötüken yayınları Üç tarz-ı Siyaset önsüzünden alınmıştır )

Tarih Durağı Instagram





3 Ekim 2017 Salı

27 Eylül 2017 Çarşamba

Barzani'nin Amcasını Enver Paşa Asıyor

Abdüsselam Barzani ve Adamları

Mesut Barzani'nin amcası Abdüsselam Barzani, Enver Paşa'nın talimatı ve dönemin padişahı 5.Mehmed Reşat'ın yazılı emri ile Aralık 1914'te Musul'da idam edilmiştir.

​II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra Meşrutiyet fikirleri imparatorluğun birçok bölgesinde bağımsızlık ve özerklik hayalleri öne çıkmıştı. Abdüsselam da bunlardan biriydi. Bölgedeki aşiret ve dini grupların liderlerini yanına çekmeye çalıştı. Ancak çoğunu ikna edemedi. Yanına çektiği aşiretlerle 1909'da isyan etti.

İlk isyanı Muhammed Fazıl Paşa tarafından sert bir şekilde bastırıldı. Barzan köyü ele geçirildi. Abdüsselam kılık değiştirip Hakkâri dağlarına kaçarak, kurtuldu.

1910'da Barzaniler, isyanı bırakıp teslim oldular. Devlet Barzan bölgesindeki fakir halka hazineden yardımlar yaparak isyanın izlerini silmeye çalıştı. 1913 Ağustos'unda Barzan Şeyhi Abdüsselam'a nişan verildi. Nişan verilmesi belgelerde, "Barzan Şeyhi Abdüsselâm Efendi'nin vatana olan bağlılık ve sadakatinin kuvvetlendirilmesi ve hükümetin emirlerine itaat ve tesliminin artırılması için hâline münasip nişanla taltifi lüzumu Musul vilayeti yöneticilerinin talep etmesi üzerine, Savunma Bakanlığı tarafından uygun bulunmuş ve Abdüsselam dördüncü rütbeden Osmani nişanıyla taltif edilmiştir" şeklinde zikredilir.

Barzaniye devlet nişanı veriliyor


Devletin yanına çekmek için nişan dahi vermesi etkili olmadı ve Abdüsselam yılın sonunda tekrar isyan etti. İngiliz ve Ruslar'la işbirliği yapmıştı. Osmanlı kuvvetlerinin üzerine gelmesi üzerine İran'a kaçtı.


Osmanlı yönetimi Abdüsselam'ı yakalamak için başına ödül koydu. Ödülü almak isteyen Şikak aşireti Abdüsselam'ı Van Valisi'ne teslim etti. Abdüsselam buradan Musul'a götürülüp, divanı harbe çıkarıldı. Mahkemede suçlu bulundu. Abdüsselam bağışlanırsa 1000 katır yükü yardım yapacağını söyledi, ancak kabul edilmedi. Şeyh Abdüsselam ve isyanın önde gelenleri Aralık 1914'te idam edildi. ( Erhan Afyoncu ) ​




11 Eylül 2017 Pazartesi

Büyük Kıtlık İrlanda

Büyük Kıtlık İrlanda


Büyük Kıtlık ya da bir diğer ismiyle İrlanda Patates Kıtlığı, İrlanda'da da 1845 yılında başlayıp 1852 yılında son bulan kitlesel açlıktır.

Yaklaşık 1.000.000 kişinin ölümü, hastalanması ve de göç etmesiyle sonuçlanan büyük kıtlığa halkın temel gıda maddesi olan patateslere bulaşan phytophthora infestans mantarı sebep olmuştur. 1845'te ekilen patatesin %40'ını, sonraki yıl tamamını yok eden mantar yalnızca tarladaki değil ambarlardaki patatesleri de etkilemiştir. Bunun sonunda halk 7 yıl boyunca açlık çekmiştir. 7 yıllık kıtlık sona erdiğinde kentin nüfusu %20-25 oranında azalmıştır.

İrlanda kıtlık

Kıtlık, İrlanda tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Adanın demografik, siyasi ve kültürel manzarası değişmiştir. İrlandaca'nın kullanımı azalmış ve çoğunluk İngilizce konuşmaya başlamış, ülke Britanya'ya bağlı kalmayı savunan Birlikçiler ve bağımsızlığı savunan Ulusalcılar olarak iki gruba ayrılmıştır.


Osmanlı yardımı


Adadaki İngiliz ablukası sonucu yayılan kıtlık için dönemin Osmanlı Padişahı Abdülmecid 1847 yılında yardımda bulunmaya karar vermiştir. Padişahın İrlanda halkı için 5.000£ yardımda bulunmak istediği İngiliz hükûmetine bildirilmiş fakat bu yardım isteği Kraliçe Victoria'nın dahi kendi vatandaşlarına ancak 2.000£ yardımda bulunduğu gerekçesiyle geri çevrilmiştir. Yapılmak istenen yardımın 1.000£'e düşürülmesini rica eden İngilizlerin bu isteğini kabul eden padişah 4.000£ değerinde buğdayı da gemilerle İrlanda'ya göndermiştir.