İstanbul Üniversitesi 1890'lar |
Tarih eğitimi aslında toplumsal
sorunların çözümünde, çok önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle günümüz dünyasında
tarihçilere önem verilmektedir. Bu sebeple tarihçiler sadece tarih öğretmenliği
değil aynı zamanda Stratejik Kuruluşlarında, Bakanlıklarda, Elçilik Bürokratlık
gibi görevler üstlenmektedir.
Tarih
bir milletin tarlasıdır. Her toplum, geçmişte bu tarlaya ne ekmişse, gelecekte
onu biçer. Tarlalarına tarihi ekerken; hikayeci, milliyetçi ve ötekileştiren tohumu eken ve ‘geleneksel tarih’
anlayışını devam ettirenlerin, zamanı gelince tohumlarında ölüm meydana gelir. Onun
yerine yeni ve farklı tohumlar ekilmeye başlanırsa, zamanla ekilen tohumlar
yeni ürün vererek bir sonraki kuşağın tarih yazımını, ötekileştirmeyen,
disiplinler arası anlayış, birleştirici bir nitelik kazandırır. Fakat çok az
toplum bunu başarmıştır. Çünkü tarihsel önyargıları kırmak o kadar da kolay değil.
Özellikle hocaların tarih dersini
nasıl bir yöntem kullanarak sevdireceği konusu çok önem arz ediyor. Çünkü bir
öğrenci hocanın ders anlatmasından sonra kendi başına tarihi bir araştırma da
yürütebilir yahut nefret de edebilir. Üniversitelere dahil olma şartları
arasında son zamanlar bazı gruplar için tarih dersinden sınav vermek zorunlu
sayılıyor. Üniversitenin tarih bölümüne dahil olan akademisyenlerin ısrarla gelenekselci
belge fetişistliği ve masa başıcılığı ile tarih yazımını sürdürdüklerini hala
görmekteyiz. Elbette bunun kalıcı bir durum olmadığını da vurgulamak isteriz
çünkü onların yerini alacak genç akademisyenlerde yetişmektedir.
Dönem derslerinin tartışma şeklinde
değil de öğrencilerin adeta bir yazı makinesine dönüştürülmesi, dönem sonunda
hoca tarafından bu yazıların konu başlıklarıyla beraber kontrol edilmesi,
derslerin öğreterek, fikir aşılamasından çok metodolojik ve teknik bakılması
tarih eğitime zarar verdiğini söyleyebiliriz. Hatta daha ileri gidersek
‘makineleşmiş tarihçiler’ fikirlerde değil, harflerde, dipnotlarda hata arayan
akademisyenler diye biliriz.
Belki de buna eğitim sisteminde
olan eksiklikler neden oluyor. Ama
hocaların kendileri bu eksikliklere karşı çıkarak tarih bölümünde okuyan
öğrencileri ezberci eğitim yerine düşünmeye teşvik etmelidir. İster okullarda,
isterse de üniversitelerde olsun maalesef,
bilinçaltına bağlı facia içerikli veya kahramanlık etkinlikleri, hikayeci
tarih anlayışı dışında farklı aktiviteler görmek pek mümkün değildir.
Özellikle tarihçiler bu konuda çok
muzdaripler. Kendi tarihini överek geliştirmeye çalışırlar, oysaki bildiğimiz
gibi bir şey eleştirilerek gelişir. Kendini yüceltmek ve düşmanı aşağılamak,
tarihin inşa etmek istediği dostluk yerine, sadece nefret tohumunu eker.
Buradan eğitim alarak yetişen bireyler bu ideolojik algının, örümcek ağı ören
akademisyenlerin birer kurbanlarına dönüşüyorlar.
Üniversitelerde bölüme ait konferansların,
seminerlerin çok az yapılması, öğrencilerin akademisyen olarak yetişmelerinde
engel olabilmektedir. Hüzünlü ve kahramanlıklar onu sadece aynı gün içinde
‘içgüdüsel’ olarak tatmin ederken, sosyal aktivite ise onu bir ömür boyu
yönlendirecek ve ülkesine faydalı bir birey haline getirecektir.
Üniversiteden mezun olduktan sonra
birer öğretmen, bürokrat ve akademisyen olacak bu kişiler aynı yöntemi kendi
öğrencilerine de uygulayacaklar. Böylelikle eğitimdeki ‘metodolojik zincir’
kuşaktan kuşağa bilinçli veyahut bilinçsiz bir şekilde aktarılmaktadır.
Pek
çok akademisyen, öğrencilerinin ‘ezberci’ olduğundan yakınır aslında burada
ezberci öğrencimi yoksa akademisyenin kendisi mi tartışılması gereken
konulardan biridir. Tarihin nasıl canlı bir hale getirilebileceği pek az
akademisyenin düşündüğü bir olgudur. Akademik camia özellikle tarihi ‘ezberci’
kalıptan kurtarmak için öncelikle kendisi karar vermelidir. Sürekli aynı yerde
ve aynı yöntemle ders işlemek de belli bir zaman sonra öğrencide ‘soğuma
kompleksi’ yaratacaktır. Tarih ne yazık bizim coğrafyamızda ‘metodolojik
kargaşa’ içindedir ve bu da onun düzgün aktarılmasına engel olmaktadır.
Emin Yadigarov-